Medeni Cesaret

Medeni Cesaret
06-10-2024

Balkanlar’da vuku bulan savaşın etkisiyle kara yoluyla Türkiye’ye gitmek çok zorlaşmıştı. İşittiğimiz bazı olaylardan dolayı hayati tehlikeleri de vardı. Batı Avrupa’da emeklerini verip, alın terleri döken işçiler ve aileleri; hem uçak biletlerinin izin döneminde çok pahalı olması sebebiyle; bir de Türkiye’de kendi arabalarıyla daha rahat edip istedikleri yere ulaşabilecekleri için karayolunu tercih ediyorlardı. Karayolu ile Türkiye’ye gidenlerin hem fazla eşya götürebilmek imkanları da vardı.

Yıllardır Türkiye’ye havayolu ve karayolunu kullanarak seyahat etmiştim. Rahmetli babam ilk Almanya’ya geldiğinde Sirkeci’den trene binerek demiryolunu kullanmıştı. Yetmişli yılların başına kadar deve hamudu gibi en irisinden iki bavulla birlikte hep demiryolu vasıtasıyla gelip gitmişti. Ardından havayoluyla gelip gitmeye başladı. Havayolu ile gelip giderken artık bavullar iri kıyım değil; hem küçük, hem de bir teke düşmüştü. Altmışlı yılların sonuna doğru karayolu ile Türkiye’ye geliş gidişler yaygın bir hale gelmişti. Kendi özel arabası ile olduğu gibi bazı özel otobüs şirketleriyle de bu seyahatler yapılıyordu.

Demiryolu, havayolu ve karayolu derken Balkanlar’da Yugoslavya’nın dağılmasıyla Müslüman Boşnak ve Arnavut kıyımına meydan veren Sırp ve Hırvat saldırılarıyla orantısız bir savaşlar zinciri neticesinde havayolu biletlerinin fiyatları çok pahalı olmuştu.

Aynı zamanda da karayolu ile seyahat edenlerde mal, ırz ve can güvenliği adeta ortadan kalkmıştı. Savaş hali ve bu karışıklıktan yararlanan bazı çeteler ve suç örgütleri verdikleri zararlardan dolayı doksanlı yıllarda insanlar, keselerine uygun memleketlerine başka ulaşım yolları arıyorlardı. Avusturya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan karayolunun yanında; İsviçre ya da Avusturya üzerinde italya’ya inip, önce Venedik, ya da Brindizi üzerinden deniz yolu ile ülkelerine gitmeye başladılar.

Kısa zamanda Venedik limanı yerine İtalya’nın Ancona limanı kullanılmaya başlandı. Ancona limanından başlayan deniz yolculuğu Adriyatik Denizini İtalya Çizmesi boyunca devam edip; İyon Denizi bölümünden Korint Kanalına giriyordu. Bu dar kanalı geçen feribot gemisi Pire limanından Ege Denizine ulaşıyordu. İrili ufaklı adalar arasında geçip Sakız Adasının güney ucunu selamlayarak bizim Çeşme Limanında demir atıyordu.

Havayolu, karayolu derken ilk defa Ancona limanından deniz yolunu kullanarak Adriyatik Denizine açıldık. Bize verilen engelli kamarasına yerleştik. Gemi limandan ayrıldığında güneş çoktan batmıştı. İlk gece evden getirdiğimiz yemekleri odamızda yedik. Biraz dinlendikten sonra çocuklar ranzaları altlı üstlü işgal ettiler. Engelli yatağına da ben geçtim. Bizim kamara diğerlerinden biraz genişti. Hanım içinde bir yer yatağı verildi. O gün yorgunluğumuzu çıkarmak için deliksiz uyumuştuk. Sabah uyandığım zaman yuvarlak olan kamaranın penceresinden bakınca deniz ve gökyüzünden başka bir şey görünmüyordu.

Gemi Adriyatik denizi boyunca yol alıp Preveze açıklarına doğru gelirken; geminin üst katına çıkıp yolculara ayrılan bölüme geçtim. Gökyüzü pırıl pırıl ve açık bir mavi renkteydi. Orada bir kenara geçip kendime yer buldum. Kâğıt kalemimi çıkarıp bir şeyler çizmeye çalıştım. Hava sıcaktı ama oturduğum yer gölgeliği vardı. Resimi çizerken sıcak ama serin bir hafif rüzgar ediyordu. Kağıdın üstündeki renkler yavaş yavaş değişime uğruyordu. Kollarıma bakınca çok seyrek olan kol kıllarımın ağır ağır dikleştiğini gördüm. “Allah Allah bu ne haldir?” diye düşündüm. Yanımdaki arkadaşa şöyle bir baktım;

“Denizden gelen nemli sıcak rüzgarlar beraberinde deniz tuzunu getiriyor” dedi. Biraz daha resim çizdim. Kağıt çamurlaşmaya başladı. Havanın neminden dolayı kağıdın ıslanmış bir hal alarak resim yapmanın imkansızlığını düşünerek eşyalarımı topladım. Sağımda ve solumda oturanlar ile biraz sohbet ettim. Artık saçlarımda diken diken olmaya başlayınca onlara veda ederek geminin iç bölümlerine geçtim. Biraz alışveriş bölümünde dolaştım. Bir müddet daha dolaştıktan sonra kameramıza geçtim. Kamarotlar ranzalarına uzanmış yatıyorlardı. Hanımda benim yatağa uzanmıştı. Onları rahatsız etmeden biraz kitap okudum.

Kameramızın yuvarlak penceresinden havanın ağır ağır kararmakta olduğunu gördüm. İkinci akşam yemeği için bu akşam bizim kamerotları geminin lokantasına davet edeyim diye düşündüm. Bir iki kere öksürüp sesimi ayarladım. Benim öksürük onlara hiçbir tesir yapmadı. Baktım uzunlar yanmıyor ve işe yaramıyor; işi kısadan halletmek lazım. Bu sefer küçük kameratlara dönerek;

“Haydin bu akşam yemeğini yukarıdaki restoranda yiyelim mi?” der demez; çocuklar sevinçten;

“Yuppi!” diyerek bağırdılar. Hanım, “Pahalıdır hem de yemekler bayattır” deyip yüzünü buruşturdu. Baktım çocuklar çok istiyor; ben de demokratik olarak oyumu çocuklardan tarafa kullanınca; hanım dörtte bir oy ile sözünün geçemeyeceğini anladı ve usulca “tamam!” dedi.

Artık hazırlanmaya başladık. Gemi yolcularının yüzde sekseni bizim gibi gurbetçilerden oluşuyordu. Arada sırada parmakları tektaşlı yüzüklerle, boyunları incili altınlı kolyelerle süslü olanlarda vardı. Hanım, “Böyle bir yemeğe gitmek için uygun giysilerim yok!” diye serzenişte bulundu. “Sen güzelsin, elbiseye ihtiyacın bile yok! deyip gaz verdik. O da etkide kalarak bizim kervana katıldı.

Tekerlekli sandalyem ile geminin gidebildiğim her yerindeki çalışanlara selam verip konuştuğum için çalışanların birçoğu ile göz aşinalığı oluşmuştu. Restoranın kapısında çalışan kişi, bizi en güzel yerlerden bir yere bizi yerleştirdi. Masamıza bakan garsonda tanış idi. Güler yüzlü bir gençti. Akşam yemeği için menüyü sorduk ama küçük kamerat;

“Siz olsanız hangi yemekleri tercih edip, bize, ne tavsiye edersiniz?” Hanım ve ben birbirimize hayretle baktık. Garson genç;

“Küçük Bey ailenin reisi galiba?” Sadece başımı onay verir gibi salladım. Garson genç;

“Küçük beyim, çorbalar, şiş kebap, Adana kebap, döner, haşlama, kavurma, saç kebabı…” diye saydı.

Çorbalardan sonra hanım ile ben, ortaya karışık ızgara dedik. Çocuklar ise bildikleri kebap ve yanında patates kızartması istediler. Çok güzel hizmet eden genç garson, ara sıra gelip şakalaştı. Samimiyet kurulunca genç garson;

“Bu akşam gemimizin konser salonunda Türk gecesi var. Ben orada da piyano çalacağım ve türküler söyleyeceğim, gelirseniz çok sevinirim” dedi.

Gündüz, birçok değişik işlerde çalışan ve hatta restoranda garsonluk yapan genç adam, geceleri de eğlence programlarında piyano çalıyormuş. “Ekmek parası için” diyen piyaniste, “bir sorun çıkmazsa inşallah geleceğiz” dedik.

Çocuklarla bu akşamki eğlence programını konuştuk. Çocuklar, “biz gelmek istemiyoruz. Çocuklar için olan filmi izlemek istiyoruz” diye açıklamada bulundular.

O zaman hanımla biz gidelim diye karar verdik. Salonun yerini ve programın saatini öğrenip geminin kahvehanesine doğru gittik. Orada birer orta şekerli kahve içtikten sonra hanımla birlikte geminin bir başka katına inerek eğlence salonuna girdik.

Salonda ışıklandırma loştu. Her yer tekerlekli sandalyem ile girebilmem mümkün değildi. Gerçi piyanist ve diğer sanatçıların olduğu yarım daire boş bir pist vardı. İlk dört sıra piste sıfır noktasındaydı. Üçüncü sırada pisti ve sanatçıları gören bir direk dibinde hanıma ve benim tekerlekli sandalye uygun bir yer bulup oraya yerleştik. Tekerlekli sandalyemde kardaş gibi başımı kaldırarak sağı solu önü arkayı gözden geçirdim. Arkamızdaki yerler merdiven gibi basamak basamak yükseliyor ve karanlığın içine gömülüp gidiyordu.

Gündüz başka hizmetleriyle, akşamda restoranda akşam yemeğinde yemekleri getirip hizmet eden garson, piyanonun başındaydı. Onun olduğu yeri kuvvetli ışıklar vurmuştu. Türkü şarkı söyleyen sanatçıların ve orada gemi yolcusu olanların dans edip oynayacağı yerde yarım daire şeklinde bir meydan vardı. Piyaniste ve dans pistine ışıklar vurunca, seyirciler dolayısıyla bizler karanlıkta kalıyorduk. Onlar aydınlık bir yerde seyirciler karanlıkta olunca bütün dikkatler müziğe ve oynayanlara çekilmiş oluyordu.

Bir açılış konuşmasından sonra piyanist, bir müddet dans ezgileri çaldıktan sonra birkaç oyun havası çaldı. O oyun havaları çalarken birkaç yolcu piste çıkıp oynadı. Vatana kavuşma hasretiyle yanan bu gurbetçiler, kavuşma duygusuyla ağır ağır neşelenmeye başladılar.

İtalya üzerinden Ankona’da gemiye binen bu yolcuların çoğunluğu, Batı Avrupa’da çalışan Egeli işçilerden olduğu belliydi. Bunu da salonlardaki ve restoranlardaki konuşmalarındaki şivelerinden anlıyorduk. Biz salonun yani sahnenin üçüncü dördüncü sırasındaki bölümde oturuyorduk; yani sahneye ne uzaktık ne de çok yakındık.

Sahneye yakın bir bölümden, bir genç, Denizli şivesiyle bağırarak;

“Cemilemin gezdiği dağlar meşeli” türküsünü istedi. Çok hareketli bir tarzda oynanarak söylenen bu türkü düğünlerde çok çalınır ve kadın erkek karşılıklı oynayabilir. İçim kıpır kıpır oldu. Piyanist arkadaş büyük bir coşkuyla ilk dörtlüğü söyledi. Söyledi ama bu hareketli türküye oyunlarıyla eşlik eden yoktu. Özellikle bağırarak bu türküye isteyende de bir kıpırdanma yoktu. Ben de o türküyü isteyene;

“Arkadaş, türküyü istediniz, neden piste çıkmıyorsunuz?” deyince bana doğru döndü;

“O gada hevesliysen, sen çıkıvede, iki dönüve vari!” diye çıkıştı.

Hareketsizlikten ve devamlı tekerlekli sandalye üstünde oturduğum için çok iri ve cüsseli görünüyordum. İri bir baş ve geniş bir omuz, öne doğru fırlamış göğüs ile karanlıkta tıpkı Koca Yusuf pehlivan gibi görünüyordum. Karanlık tekerlekli sandalyemi perdelemişti. Yakınımda oturanlar hariç, uzakta oturanlar beni kesinlikle böyle görüyordu. Herkes adeta benden bir hamle bekliyordu. Bu arada piyanist benden yana baktı. Hemen hanımın elini tutarak;

“Haydi lütfen hanım, bu oyunda yalnız bırakma” der demez, o da hatırımı kırmadı ve ayağa kalktı. O önde ben arkada piste doğru hareket ettik. Seyircilerden “Oooo!” diye bir uğultu duyuldu. Piyanist türküyü tekrar başa aldı ve daha canlı, daha içten çalmaya başladı. Hanımla biz karşılıklı olarak Preveze açıklarında atalarımızın kazanmış oldukları o muhteşem savaşı Cemilem türküsüyle kutluyorduk. Sonuna kadar oynadık ve bitince piyanisti ve seyircileri selamlayıp yerimize geçerken piyanist;

“İşte medeni cesaret, bir sanatçı olarak muhterem hanımefendiyi ve kıymetli abimizi yürekten alkışlıyorum” dedi ve salon uzun süren alkışlarla inledi.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?