Milenyum Çocuğu

23-03-2022

İnsanlık, tüm Dünyada pompalanan çok büyük beklenti ve hayaller eşliğinde Milenyum Çağı diye adlandırılan 21. Yüzyıl’a girerken Ülkemiz siyasi, ekonomik, sosyal ve jeolojik alandaki depremlerle mücadele etmek zorunda olduğu için umutsuz bir şekilde yeni çağı karşılamaktaydı! Elbette her zaman olduğu gibi yaşananların faturasını Allah’a kesmeye çalışarak insanları kandıran, uyutan ve uyuşturan din adamları(!) devredeydi! Vurgun ve soygunlara karşı bir kez olsun gıkını çıkarmayan ve hep gücün yanında yer alan din baronları, din satıcısı tüccarlar haşa Allah’ın danışmanıymış(!) gibi jeolojik depremleri dahi insanların yaşantısının bir tezahürü ve sebebi gibi göstermekteydiler. Oysa Japonya’da meydana gelen daha yıkıcı depremlerde bırakın binaların yıkılmasını, insanların burnu bile kanamazken; ülkede apartmanların yanından kamyon geçse binalar sallanıyor, kiriş ve kolonları kesilerek galeriye çevrilen binalar çöküp insanlar hayatlarını kaybediyordu! Yandaş müteahhitler deniz kumuyla inşaat yapınca Allah’ın doğal ayeti olan yerkabuğu hareketi, doğal afet(!) diye adlandırılıp Allah ile savaş ediliyordu.

Niye kardeşim?

Allah, haşa kafir dediğin Japonlara torpil geçiyor, onların sırtını sıvazlıyor da; biz Müslüman(!)ları mı cezalandırıyordu? Allah’ın derdi hep Müslüman(!)larla mıydı? Kimse Allah adına ahkam kesmemeliydi. Ya işte, bunları soran ve sorgulayan, o din oligarklarını rahatsız eden -avuntulara, uyuşturuculara karnımız tok.- diyen bir nesil devredeydi artık!



Sancılı girdiğimiz 2000’li yılların başında Türk Milli Futbol Takımı’nın da omurgasını oluşturan bir jenerasyonla Galatasaray, tarihimizde ilk defa UEFA kupasını ve Süper Kupayı kazanarak azıcık da olsa insanlarımızın yüzünü güldürmeyi başarabilmişti. Derwall ve Feldkamp futbol hocalarının yıllar önce attığı tohumlar yeşermiş, artık meyve vermeye başlamıştı. Alman ekolüyle alt yapıyı sağlam oluşturan Galatasaray, aynı zamanda o hocaların yanında Fatih Terim’in de yetişmesini sağlamıştı! Futbolculuğu döneminde bir kez dahi şampiyonluk yaşayamamış olan Terim, hoca olarak takımın başına geçtikten sonra neredeyse imza atmadığı başarı kalmayacaktı! O çökmüş atmosferde parlayan yıldız olan Galatasaray, içte ve dışta taraftar sayısını katlayacak Dünya’da en çok tanınan kulüpler arasına girecekti…



Teknoloji ve bilimsel gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerliyor, neredeyse geçmiş yüzyılın yarısında veya tamamında insanlığın hizmetine sunulan ürün ve veriler aylık, haftalık, hatta günlük peryotlarla karşımıza çıkıyordu. Biz teknoloji ve bilişim çağı olan Milenyum Çağı’na göçebe olarak taşınırken, Z kuşağı o çağın içine Milenyum Çocuğu olarak doğuyordu.



. . .



Milenyum çocukları akılları erdi ereli günümüz iktidarını gördüğü için toplumda üst boyutta kuşak çatışması yaşanıyordu! Bizler yapılan köprü, tünel, otoyol, hastane vs gibi hizmetleri çok büyük yatırım(!) olarak görebiliyorken; Milenyum çocuğu onları doğal sürecin bir parçası ve zorunluluğu olarak görmekteydi! Daha da mühimi onlara harcanan paraların bedelini ve yapılan kayırmacı ihalelerdeki vurgunu, planlı soygunu sorgulamaktaydı! Yüz doksan kez değiştirilen ihale yasası aracılığıyla bilinçli bir şekilde birilerinin zengin edilmesi, halkın ise fakirleştirilmesini görüyordu… Bilgiye ulaşmanın hızıyla, devletin uğratıldığı zararları görebilmekte, bizim kuşağın onlara söylediklerinin birer vızıltı olduğunu ispat etmekteydiler!.. Hasta, yolcu ve araç geçiş garantili yapılan hizmetlerin(!) döviz üzerinden ve 25-30 yıllık hazine borçlandırılmaları ile yapıldığını bilmekteydi onlar. Ayrıca hizmet diye anlatılan rutin görevlerinin -cebinizden bir kuruş çıkmayacak- diye yalan beyanlar eşliğinde sunulduğunu da…

Her üniversite mezununa iş bulmamızı beklemek, hele ki kamuda iş bulmalarını sağlamak, safdillik olur!” söylemlerinin arkasına sığınanların aynı zamanda “Her ile biz üniversite açtık!” diye oy topladıklarını görüyordu. Bu iki yüzlülük saf ve masum gençliğin öfkesini arttırıyordu. Çünkü onlar, güya özel sektör ve hür teşebbüs olarak lanse edilen yandaş müteahhitlere nasıl devlet görevlisi gibi milyonlarla ve dövize endeksli, bir nevi maaş bağladıklarını çok iyi görmekteydiler! Özelleştirme adı altında kamuya ait ne var ne yoksa haraç mezat her şeyi satarken; vurgun, soygun ve rantın nirvanası inşaat sektörünün TOKİ aracılığıyla nasıl Kamulaştırıldığını da çok iyi biliyor, görüyor ve analiz ediyordu! Ayrıca kamu ihalelerinde ortaya çıkan hukuksuzlukların çözüme kavuşturulmasında yetkili merciinin yabancı mahkemeler olduğundan haberdar idiler.



Bizim kuşağa evde, sokakta, okulda ‘Ellere var da, bize yok mu?’ türküsü çaldıranları siz bilemiyor olsanız da biz çok iyi biliyoruz, diye karşı çıkıyorlardı! Biz de onları asi çocuk diye niteliyorduk. Analık babalık hakkımızı helal etmemekle(!) tehdit ediyorduk! İşte kuşak çatışmasının temelini bu bilgi çağına göçen ve bilgi çağına doğanların hikayesindeki fark oluşturuyordu…

. . .



Gençlerin farkına yönelik olarak burada anlatacaklarıma özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum!

O dönemde, Refah Partisi yerine kurulacak partinin Fazilet Partisi olacağını Milli Görüş camiası içinden birkaç genç çok iyi bildikleri için önceden partinin adını kendi üzerlerine tescillemişlerdi bile! Gençlerin hızına erişmek mümkün değildi ve bunu ülkede yaşlı kesime yaşatarak öğretmekteydiler!

Refah geleneğinde kurulan partilerin adlarının, Milli Görüş doktrininde yer alan sözcüklerden seçildiğini fark eden gençler; Nizam, Selamet, Refah sözcüklerinden sonra sıranın Fazilet’te olduğunu tahmin etmişlerdi bile! Dolayısıyla Fazilet Parti’sini kendilerine tescillemişlerdi. Fakat sonuçta gençler de, camia içinden oldukları için çok büyük bir probleme neden olmadan, muhtemelen hatırı sayılır bir eğitim harçlığı ile partinin adını yetkililere devretmişti. Elbette FP de kapatılırsa sıradaki parti de belli idi ve adı da Saadet olacaktı. Çünkü Milli görüş doktrininde artık sadece o kelime kalmıştı! Benzer sorunu yaşamamak için bu defa onun tescilini de aksakallı parti kurmayları almıştı. Gençlerin fendi, yaşlıları yenmişti!

Beklenen oldu ve Fazilet Partisi de kapatıldı. Yerine halen bugün de siyasi arenada aktif faaliyet yürüten Saadet Partisi kuruldu.

. . .

TBMM’de yemin etmesi engellenen Merve Kavakçı’nın tekrar Meclise girip yemin ederek milletvekili statüsü kazanması için gayretler ortaya konsa da; “Pazara kadar değil, mezara kadar Refah Partiliyim!” diye Milli Görüşe transfer olmuş Aydın Menderes üzerinden o çabalar boşa çıkarıldı ve Merve Kavakçı yemin edemedi. İki küçük çocuğuyla yaşadığı evine sabaha karşı yapılan polis operasyonu ile derdest edildi! Çünkü hakim güç “Bu kadına haddinin bildirilmesini, ve ajan provokatör olduğunu!” dillendirmişti bir kez… Hey hat ki, o kadın bugün Büyükelçi, kız kardeşi Milletvekili, kızları çok muteber siyasi danışman!..

Aydın Menderes hakkında da biraz bilgi vermek istiyorum. Siyasi vicdanın en ağır yarası olarak tarihe geçmiş ve idam edilmiş tek Başbakanımız olan Adnan Menderes’in oğludur. FP döneminde partinin Antalya kampına giderken geçirdiği trafik kazası sonucunda vücudu felç olmuş ve ölene kadar tekerlekli sandalyeye mahkum bir hayat sürmüştür. Hem kendi rahatsızlığından, hem de idam edilmiş bir siyasi babanın evladı olmasından kaynaklı çekinceli ve güçten korkan bir siyasi hayatı olduğu için FP üzerindeki Askeri operasyonlar, rahatlıkla onun üzerinden yürütülmüştür. Refah Partisi’ne katılırken her ne kadar ‘mezara kadar’ demiş olsa da, ondan sonra kurulmuş olan Fazilet Partisi’nde Genel Başkan Yardımcısı iken parti üzerindeki operasyonları gerçekleştirdikten sonra FP’den istifa etmiştir. Demokrat Parti, babası Adnan Menderes’in partisi olması nedeniyle daha sonraki yıllarda Demokrat Parti geleneğinin temsilcisi olan Demirel’in liderlik yapmış olduğu Adalet Partisi ve Doğruyol Partisi içerisinde hep değer ve kabul görmüş bir kişi idi! Demirel’in askeri cuntayla birlikte iş tutmasına tepki gösterenlerden olduğu için Refah Partisini seçmişti. Bu tercih her iki kesim için de anlamlı idi. Milli Görüş ve RP, radikal İslamcı görüntüsünden sıyrılarak daha geniş kitlelere yayılma amacında olduğu görüntüsü veriyor ve üzerinde yaratılmaya çalışılan korku iklimini bertaraf ediyordu. Benzer şekilde merkez sağ kökenden gelen, Nazlı Ilıcak’ın FP’den milletvekili adayı gösterilmesini ve seçilmesini de örnek verebilirim.

Aydın Menderes ise mağdurun yanında olarak demokrat kimliğine sahip olduğu imajını pekiştirmek istiyordu. Ama başlangıçtaki dik duruş, mezara kadar olamamış pazara kadar olmuştu. Görevini tamamlayınca kendisini yok eden çip misali devreden çıkmıştı.

18 Nisan 1999 seçimleri sonucunda Meclisteki partileri ve oy dağılımlarını daha önce vermiştim. Apo üzerinden siyaset yaparak seçimlere giren DSP ve MHP yanlarına ANAP’ı da alarak üçlü koalisyonla iktidarda idi. Daha önce onu da bildirmiştim…



Yarın da Abdullah Öcalan’ın yargılama sürecini ve sonrasında yaşananları anlatmaya çalışacağım!..



SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Hayati Yaman
Hayati Yaman 3 yıl önce
Çok teşekkür ederim Hümeyra öğretmenim. Tarihi dedelerimizin sözlü kültüründen yalan yanlış bilgiler ışığında öğrenmektense, yazılı kaynaklardan öğrenmek isteyenler için arşiv niteliğinde olur inşallah...
Hümeyra
Hümeyra 3 yıl önce
Hocam olayları anlatişiniz herkesin anlayagi kadar sade ve etkileyici. Bir anda yazının sonu geliyor.