Geçenlerde, bundan iki yıl önce Kayseri’de bir tesadüf eseri fakültede tanıştığım Erciyes Üniversitesi Japon Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyan bir arkadaşımı, Semih’i aramak aklıma geldi. Malum, Türkiye’de deprem konusu gündeme gelince hemen Japonya akla ilk gelen ülkelerden.
Arkadaşımla konuşurken sözü hemen Japonya’daki inşaat tekniğine getirdim. Amacım ondan öğrenebildiğim şeyleri bu köşeye taşımaktı. “Keşke benzer teknikte inşaatlar Türkiye’de de yapılabilseydi… Bu kadar can kaybı olmazdı.” dedim. Arkadaşım ise sadece güldü. Burada insanlar binalarda sandığınız gibi depreme dayanıklı teknik sistemler sayesinde değil, ahlaklı oldukları için ölmüyorlar, dedi. Şaşkınlığımı umursamayan arkadaşım anlatmaya devam etti: “Benim baba tarafından bir akrabam Japonya’da çalışıyor. Dilersen onunla olan bir konuşmamı Whatsapp’tan sana atayım. Japon toplumunu dinle, sen değerlendir.”
Arkadaşım Semih Şahin’le, Japon Dili ve Edebiyatı bölümünü seçmesinde etkili olan, amca dediği Hasan Boynukızıl’ın bir sohbette geçen konuşmalarını daha iyi anlayabilmeniz için mülakat diline çevirdim:
S.Ş. : Ne işin var Japonya’da, nasıl gittin, niye gittin?
H.B. : 20 küsur sene önce, kaçak olarak gittim. Zorlu işlerde çalıştım, verilen her işi iyi yaptım, takdir gördüm.
S.Ş. : Ne iş yapıyorsun?
H.B. : İnşaat şirketimiz var. Daha çok villa ya da bahçeli ev temeli yapıyoruz.
S.Ş. : İşçilikten patronluğa yani? Nasıl izin verdiler?
H.B. : Burada kimse kimsenin kimliğine, inancına, aile yapısına bakmaz. İşini iyi yapıp yapmadığına bakar. Bu her kurum için geçerli. İşi iyi yapıyorsanız, yeteneğiniz ve donanımız varsa kimse ötesini sorgulamaz.
S.Ş. : Yabancı olduğun için şirket kurma sürecinde zorluklar yaşadın mı?
H.B. : Bürokrasi diye bir şey yok. Kırk dereden su getirtmezler. Yasalar herkes için geçerli. Eksiğiniz varsa İmparator da devreye girse, o eksik giderilmedikçe işinizi halledemezsiniz.
S.Ş. : Yerlisi varken sana niye güvensinler?
H.B. : Onlar sadece yasalara güvenirler. Bilirler ki en küçük bir yanlışlık bile yapana büyük maliyetler getirecektir. İşveren de bilir, işi yaptıran da. Bize verilen projede milimetrik bir sapma olmaz. Olduğu takdirde ne yaptığınız emeğe bakılır ne yaptığınız masrafa. Hepsi sıfırdan yeniden yaptırılır. Her aşamada bir mühendis denetlemeye gelir, fotoğraflar çeker, projeyle karşılaştırır, onay verirse, iş devam eder.
S.Ş. : Desene demirden, çimentodan çalma şansınız yok.
H.B. : Orada iş yaparken, odaklandığınız şey, işi doğru dürüst yapmaktır. Ne kadar kazanacağınız ikinci plana düşer. Mesela, patron benim yeğenim, ama, söylediklerine harfiyyen uyarız. Altmış yaşındayım, otuz yıl çalıştıktan sonra bürokrasiden emekli oldum. Ama çalışma ahlakı ve disiplinini burada öğrendim. Patron, şef, müdür ya da işçi olmanız bütünüyle sizin kabiliyetinizle ilgili. Sadece özel sektörde değil, kamuda da öyle. Birlikte çalıştığımız bir görevli "Ben, Türkiye’de bana verilen görevi layıkıyla yapamadığım için vicdan azabı çekiyordum. Müdüre ayrılacağımı söyledim. O da iyi olur dedi. Burada daha çok yoruluyorum ama evime huzurlu dönüyorum" dedi. Fakülte mezunu bu adam.
S.Ş. : Aylık iş hacminiz ne? Para, ödeme, çekler, taksitler?
H.B. : Burada her şey peşin. Aybaşına, para yok, taksit olur mu gibi bir şey yok. Biz de malzeme alırken peşin öderiz. Yani alacak verecek sorunumuz yok. Ayda 250-300 bin dolarlık iş yapıyoruz. Aybaşında beş kuruş alacağımız da kalmıyor, borcumuz da. Çek yok, senet yok. Her şey peşin.
S.Ş. : İnsanlar güvenilir yani...
H.B. : Hayır, biz “yasalara” güveniyoruz. Bize mal verenler de sadece yasalara güveniyorlar. Onun ötesinde insanlarda inanılmaz bir sevecenlik ve hoşgörü var. Kimseye zarar vermemek en önemli nokta. Bu konuda hiç tolerans yok. Kazara birine bir omuz vursanız ve küçük bir hasar oluşsa size maliyeti epeyce yüksek olabilir.
S.Ş. : Yani?
H.B. : Polis gelir, şikâyetinin olup olmadığını sorar. Varsa, derhal ambulans ve sağlık ekibi gelir. Hastaneye kaldırılır. Yapılan her türlü muayene ve tahlilin parası vs. zarar verenden tahsil edilir.
H.B. : Sadece insan değil, eşyaya zarar verdiğinizde de aynı durum geçerli. Diyelim ki arabasını hafifçe çizdiniz. Bir pasta cilayla halledilecek basit bir çizik. Ama araba sahibi ben bu parçanın tamamının değiştirilmesini istiyorum diyorsa, itirazsız değiştirmek zorundasınız. Tartışma pazarlık yok
S.Ş. : Çok mu kalabalık caddeler sokaklar?
H.B. : Sokaklar caddeler boş. Aylak aylak yürüyen adam bulamazsınız. Herkes gideceği yere özel araçla metroyla, otobüsle, özellikle bisikletle gider.
S.Ş. : Yoğun trafik mi var?
H.B. : Araba çok ama bizdeki trafik yok. Yollarda kaldırım yok. Caddeye araba park edemezsiniz. Beş dakikalık bir işiniz bile olsa, arabanızı parka çekmek zorundasınız. Sürat önemli olduğu için yollar da buna göre planlanmış. Her yerde gördüğümüz şey şu; öyle bir planlama yapılmış ki sanki yüz yıl öncesinden bugünü hesaplamışlar gibi. Otobanları, viyadükleri, köprüleri, yer ve deniz altındaki tünelleri görünce insan kendisini Disneyland'de sanıyor. Deniz altında 240 km'lik tünel yapmışlar yıllar önce.
S.Ş. : Şehirlerin gelişmişliklerinde bir farklılık var mı?
H.B. : Ülkenin bir köşesindeki bir şehirde ne varsa, diğer köşesindeki şehirde de o var. Zaten şehirler birbirine bitişik. Birinden diğerine geçtiğinizi bile fark edemezsiniz.
S.Ş. : İnsanlar çok temiz diyorlar. Nasıl oluyor bu?
H.B. : Okullarda hademe yok. Temizliği, taşımayı, onarımı öğrenciler ve öğretmenler yapar. Dahası, herkes evinin ve dükkânının önünü temizlemek zorunda. Eski bir eşyayı bile kapıya koyamazsınız. Belediyenin ilgili görevlisine haber verirsiniz, gelir, sizden atacağınız eşyanın ücretini alır ve götürür. Bu nedenle her yer pırıl pırıldır.
S.Ş. : Avucuna bir kaç kuruş koyun siz de? Attığınız eşya için ayrıca para vermekten kurtulursunuz.
H.B. : İmkânsız. Para bir makbuz karşılığında alınır. Rüşvet alamadığınız gibi, verecek kimse de bulamazsınız. Bunu bildiğiniz için de aklınıza böyle bir şey gelmez.
S.Ş. : Türkiye’ye geldiğinizde sizi en çok ne şaşırtıyor?
H.B. : Çok düzenli bir ortamdan karmakarışık bir ortama giren bir insanın yorgunluğu. O kadar büyük farklılıklar var ki, insan uyum sağlamakta zorlanıyor.
S.Ş. : Ne gibi mesela?
H.B. : En basiti, şu yolda gördüğün trafik keşmekeşi yok. En önemlisi de yasalara uyma konusundaki titizlik. Liyakata verilen önem. İnsana saygı
S.Ş. : Türkiye’ye kesin dönüş?
H.B. : Ben günde 11 saat çalışıyorum. Artık işin para kısmına takılmıyorum. Çalışarak, üreterek var olduğumu hissediyorum. Burada aynı tempoyu yakalayabilir miyim, bilmiyorum
S.Ş. : Bu konuşmada üç şey dikkatimi çekti. Yasalar, Liyakat, Çalışma/Üretim. Doğru mu?
H.B. : Doğru. Şunu da ekleyeyim: İşçisinden öğretmenine, emeklisinden çalışanına kadar okuyan bir toplum.
“Elin gâvuru” dediğimiz Japonlar, bilim ve aydınlanma ışığında böyle bir toplum kurmuş. Bu standartları yakalamış bir ülkede yaşıyorlar. Belki de onların tamamına yakının kimliğinde “İslam” yazmıyor.
Ya biz?!.. Yorum yapacak sözcük bulamıyorum. Size bırakmak daha mantıklı…
Ha, başlık… Unutuyordum. “Japon Ahlâkı”