On yıl kadar önce bir gecede şak diye lise de dâhil edilerek zorunlu eğitim on iki yıla çıktı. Bu karar alınırken eğitim sahasındaki paydaşlara ne denli sorulup görüş alındığı muamma... Başlangıçta daha aydın nesiller yetiştireceğimiz ümidi bizde de hâsıl olsa da zoraki lise eğitimi bir süre sonra pek çok soruna yol açacaktı.
Öyle ya. Hiç yoldan geçen herhangi birini çevirip de “Gel bakalım. Senin saçını kesmem gerek.” diyen bir berbere, hasta gördüğü birini zorla hastaneye götürüp muayene eden bir doktora rastladınız mı? Hal böyle olunca, öğretmenler de, gönüllüler kadar zorunlu olarak da karşılarına çıkan öğrencilere ders anlatmak mecburiyetinde kaldılar. Hayatına lise yerine ilgi duyduğu, yeteneği olan bir alana göre yön vermek isteyen bazı öğrenciler bu imkândan mahrum kaldı. Sanayiden berberliğe, tarım işçisinden hayvancılığa koskoca bir ara eleman ihtiyacı doğdu bu yüzden. Aslında tam da bu nedenle ilk düğme yanlış iliklenmişti bundan on yıl önce. Asırlarca birçok ilim yuvasına sahip olmuş bu topraklar, talebeden öğrenciye hem isim hem de mana anlamında evrilen bir bakış açısına şahit olacaktı bundan böyle.
Görevi gereği ders anlatmak ya da işlemek durumunda bulunan bir öğretmen, karşısında okula geliş şekilleri (gönüllü/zorunlu), geliş nedenleri (ailesi/devlet/kendisi istediği için), geliş amaçları (üniversite kazanmak/liseden diploma almak) yönüyle uçurumlar bulunan öğrencileri aynı sınıfta tutmak… Derse ilgilerini yöneltmek… Her şeye rağmen verimli olmak zorunda…
Hiç okumak ya da ya da o liseye gelmemek istediği halde gelmiş bulunan, okula ve derslere karşı ilgisiz ve hevessiz öğrenciler bir süre sonra dersten doğal olarak sıkılıyor, olay çıkarıyor. Dersi dinlemek isteyen arkadaşlarına da bu yüzden engel olabiliyor. Bu durumla ilköğretimde kolayca başa çıkılabiliyorken lise öğrencisi öğretmeni hayli zorluyor. Bunun yanında kimi lise öğrencileri üniversiteyi hedeflemedikleri için veya kazanamayacakları düşüncesiyle dersleri takmıyorlar. Garibim öğretmen şimdi ne yapsın? Dersten sıkılan öğrenciyle mi uğraşsın, dersi dinlemeye istekli olan öğrenciler mi ders anlatmaya devam etsin?.. Satacağı bilgiler ne denli kıymetli olursa olsun, alıcısı olmayan çaresiz bir tüccara dönüyor. Öğretmen de etten, kemikten bir varlık; çoğu zaman unutulsa da. Dersin düzenini bozan veya kendisine saygısızlık yapan bir öğrenciyle karşı karşıya kalabiliyor; haliyle tepki verebiliyor farklı tonlarda. “Kötü öğretmen(!)” oluyor.
Zavallı ülkemizde onlarca yıl boyunca nice eğitim sistemi geldi, ders kitapları kaç kez değişti. Sahada bulunan paydaşların diğerlerine olduğu gibi öğretmenin de fikri, görüşü doğru dürüst alınmadı. Fikir beyan etmemiz istendiğinde kitaplar okullardaki yerlerini çoktan almıştı. Oysa bir zamanlar alanında uzman olan isimlerce yazılan harikulade kitaplar onlarca yıl boyunca hiç değişmeden, ikinci el haliyle komşudan komşuya devredilip kim bilir kaç kuşak okutmuştu…
Bunun yanında kimi öğretmenler, yaşadıkları ekonomik sıkıntıları nedeniyle kendini bilgi, kültür yönüyle geliştirip yenileyecek kitapları, yayınları takip etmekte; bir sinema veya tiyatroya gitmekte zorlanıyor. Öğretmen olduğu için, öğrencilerin karşısına kılık kıyafet yönüyle daha iyi çıkması gerektiği halde yapılan araştırmalara göre her yıl kendine yeni bir giysi alan öğretmen çok az. Karşısındaki on yedi on sekiz yaşındaki bir öğrenci kendinden çok daha şık olabiliyor.
Toplumun öğretmene bakışında da eski dönemlere göre epeyce bir farklılık var. Bir zamanlar doktora, imama, hele hele öğretmene gösterilen o yüce saygı, toz kondurmama durumu, peşinen verilen itibar ne yazık ki yok artık. Tüketim toplumu olmayı iyice içselleştirdiğimizden beri artık mesleğe ve meslek sahibine aldığı maaş ölçüsünde değer verilir oldu. Bugün Türk toplumunda öğretmenlik, “Hiçbir şey olamazsan bari öğretmen ol.” seviyesine kadar düşmüş durumda.
Bu algıyı derinlemesine hisseden öğretmen, okulda dersten arta kalan zamanlarda yaptığı hemen her işin kaydı anlamına gelen resmi evraklarını tutmak, kuruma gelen yazıları takip etmek, bilgilenmek ve bunları imzalamak zorunda. Teneffüslerde bütün bunlardan zamanı artarsa iki dakika oturup içeceği bir bardak çayla yorgunluğunu hafifletebiliyor.
Bazen bakıyorsunuz bir anda müfredat değişmiş. Neden, niçin, nasıl soruları beyninizde dönüp dururken zaman durmuyor, dersler başlıyor. Örneğin Türk Dili ve Edebiyatı dersinin müfredat ve konu dağılımında yakın bir zamana kadar kronolojik dönem izlenirdi. Doğru olan da buydu. Kısa bir süre önce değişen yeni müfredatla artık türden döneme ulaşma mantığı geldi. Bu son derece karmaşık yolu öğrencinin algılaması çok zor. Öğretmen ne yazık ki kendini ve öğrenciyi bu yola uydurmaya çalışıyor bu kez de. Tabii, dersini üniversiteye dönük anlatma ikilemini saymazsak.
Öğrenciler sınıf düzeyinde ya da okul genelinde başarısız olduklarında bakışların ilk çevrileceği adres yine öğretmen. Çünkü başarısız öğretmenin öğrencisi de başarısız sayılıyor. Hatta günümüzde okulların başarısı halk ve devlet nezdinde o okulun üniversiteye kaç öğrenci yerleştirdiğiyle paralel. Üniversiteyi kazanan öğrenci sayısıyla itibar ve öğrenci sayısı kazanıyor okullar. Böyle bir r döngünün tam da merkezinde kalıyor öğretmen.
Bazı Fizik, Kimya, Biyoloji öğretmenleri, anlatacakları dersin uygulamasını yapabilecek materyallerin, basit bir laboratuvarın dahi olmayışından çok mustarip. Hâlbuki bin kere anlatmaktansa bir kere yaptırmak daha kalıcı değil mi? Neden ekonomik! Tam burada bir Afrika atasözü geliyor aklıma: “Eğitim pahalı diyorsan cehaletin maliyetini düşün!..”
Öğretmen sınıfta lise döneminde kullanımına ailesince izin verilen ve öğrencilerin son zamanlarda ellerinde yapışık bir uzva dönüşe cep telefonlarıyla da mücadele etmek zorunda. Ders işlemeye çalışırken sınıfta sözde espri niyetiyle öğretmenle şakalaşan, onun yanağını avuçlayan, şu anda söylemek istemediğim birçok olayı gizlice kayda alan öğrenciler bu görüntüleri sosyal medyada hızla yayabiliyor. Çaresiz meslektaşımın o anda ve sonrasında yaşadığı duyguları anlatabilecek söz var mı?
Ya sınıfta, okul çıkışında öğretmene şiddet uygulayan öğrenci ya da veliler… Kalp hastası bir öğretmeni tek yumrukla öldüren caniler… Okul dışı çetelerce silahla dersi basılan meslektaşlarımın düştüğü acizlikleri kim tarif edebilir?
Yine de öğretmeni bütün bunlar yıldırmaya yetmiyor. İşini mesleğinin hakkını vererek yapmasına rağmen öğrencilerin başarısızlıklarının faturası kendine kesilirse işte asıl yıkıma o zaman uğruyor. Verdiği onca mücadeleye rağmen amacına ulaşamayan öğretmen bu kez tükenmişlik sendromu yaşıyor.
Peki, çuvaldızı kendimize hiç mi batırmayalım? Kimileri istemeden öğretmen olmuş, örneğin. Tıp, diş hekimliği ya da eczacılığa puanı yetmediği için sayısal bir alanın öğretmeni olmak; hukuk kazanamadığı için sözel bir alan öğretmenliği yapmak zorunda kalanları ilk gördüğümde yadırgamıştım. Mesleğiyle özdeşleşemeyen öğretmen her daim sıkıntı yaşıyor.
Kimi öğretmenler, hem yaşları hem de ilgi ve becerileri gereği akıllı tahta, canlı derslerde tablet, bilgisayar gibi teknolojik araçları kullanma konusunda çok zayıf. Bu öğretmenler, öğrencileriyle aralarındaki birkaç kuşak farklılık nedeniyle var olan mesafeyi daha da açabiliyorlar. Maaşlarının düşeceği kaygısıyla emekli olmayı da pek istemiyorlar. Öğrenci farkında.
Kimi öğretmenlerde ise, onlar adına utanarak söylüyorum, meslek saygısı son derece düşük. Hiçbir haklı mazeretleri olmadığı halde derste zaman dolduran, dersi kendi yerine tahtadan videolara anlattıran, iyi öğretmen görünmek için de öğrencilere bol not veren; ancak bu mesleğin ruhunu içine sindirememiş (az sayıda da olsa) maaş memurları yok mu? Çok yazık… Halbuki bu işi severek yapacak, taşın altına elini değil vücudunu koyacak onca öğretmen adayı var ki!..
Bu işi hakkıyla yapan vicdan sahibi meslektaşlarımı yeniden selamlarken bir sonraki yazımda yitik paydaş velinin gözüyle konuya bakacağımızı hatırlatmak isterim.
Hayati Yaman 3 yıl önce
Adem KURUN 3 yıl önce